DEMOKRASİ VE DALGALARI
Demokrasinin özellikleri arasında genellikle toplanma
özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, mülkiyet hakları, din özgürlüğü, ifade
özgürlüğü, vatandaşlık, yönetilenlerin rızası, genel oy hakkı, özgürlük
hakkından ve yaşam hakkından haksız yere mahrum bırakılmamak ve azınlık hakları
yer alır.
Liberal demokrasinin yaygın türünde, çoğunluk gücü temsili
demokrasinin çerçevesi içinde kullanır. Ancak anayasa ve üst mahkemeler
genellikle tüm bireylerin belli temel haklarının korunması yoluyla azınlığı
korur. Örneğin, ifade özgürlüğü veya örgütlenme özgürlüğü gibi hakları
korumakla yükümlüdürler.
Demokratik prensipler, tüm seçilebilir vatandaşların yasalar
önünde eşit olduğu ve yasama süreçlerine eşit erişime sahip olduğu şekilde
yansır. Örneğin, temsilî demokraside her oy eşit ağırlığa sahiptir, temsilci
olmak isteyen herkes makul olmayan kısıtlamalar uygulanamaz ve seçilebilir. Vatandaşların özgürlüğü, genellikle bir
anayasa tarafından korunan meşru haklar ve özgürlüklerle güvence altına alınır.
Hukuki eşitlik, siyasi özgürlük ve hukukun üstünlüğü genellikle iyi işleyen bir demokrasinin temel
özellikleri olarak belirlenir.
"Demokrasi"
terimi bazen liberal demokrasi için
kısaltma olarak kullanılır. Liberal
demokrasi, siyasi çoğulculuk, hukuk önünde eşitlik, şikayet hakkı, yargı
süreci, sivil özgürlükler, insan hakları ve hükûmet dışında sivil toplumun varlığı
gibi unsurları içeren temsili demokrasinin bir türüdür. Sivil toplum
kurumlarının mevcut olmadığı sürece demokrasinin kişisel ve siyasi özgürlükleri
sağlanamayacağı ortadadır.
Cumhuriyetler, yönetilenlerin rızası ilkesi nedeniyle
demokrasi ile sık sık ilişkilendirilse de, zorunlu olarak demokrasiler
değildir, çünkü cumhuriyetçilik insanların nasıl yönetileceğini belirtmez.
Klasik anlamda "cumhuriyet" terimi, hem demokrasileri hem de
aristokrasileri kapsıyordu. Modern anlamda cumhuriyetçi hükûmet biçimi, bir
hükümdarın olmadığı bir hükûmet biçimidir. Bu nedenle, demokrasiler cumhuriyet
veya anayasal monarşiler olabilir, örneğin Birleşik Krallık gibi.
2. dünya Savaşı’na kadar olan dönem demokrasinin gelişimi
açısından Birinci Demokrasi Dalgası
olarak adlandırılır. Samuel Huntington, üç demokrasi dalgası saymıştır. Bu
tanımlamayı 1991 yılında yaymladığı Üçüncü
Dalga adlı kitabında yapmıştır. Demokratikleşme dalgaları, kapsamlı yerel
reformlar başlatmaya kolaylık sağlayan bir ortam yaratması ve bunları teşvik
etmesi nedeniyle, büyük güçler arasında güç dağılımındaki ani değişimlerle de
ilişkilendirilmiştir. Birinci Dalga’yı
da Amerika iç savaşından sonra ABD gibi büyük bir devletin ortaya çıkmasından
başlatırlar.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki demokratikleşmeyi ikinci Dalga, Portekiz’de 1974’te
başlayan demokratikleşmenin Güney Amerika’ya sıçmasını ise Üçüncü Dalga olarak isimlendirmiştir. bazı düşünürler, komünizmin
yıkıldığı 1989-1991 sonrası yaşanan demokratikleşme dalgasını da Üçüncü Dalga’nın içine katmışlardır.
Demokratikleşmede üç dalga halinde olduğunu varsaymak, karşı
dalgaların, yani anti-demokratik dalgaların olduğunu da varsaymayı gerektirir.
1887’de başlayan birinci dalganın, anti-demokratik dalgası,
Birinci Dünya Savaşı’nda yenilen ya da savaşın sonuçlarından mutsuz olan millet
veya devletlerden gelmiştir. Almanya, İtalya, İspanya, Japonya, Rusya (durumu,
devrim sebebiyle özel de olsa) gibi büyük güçler otoriter yönetimlerle
yayılmacı, savaşçı, ırkçı rejimler ortaya çıkmıştır. Uluslararası serbest
ticaretin kısıtlandığı bir dönemdir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İtalya,
Almanya ve Japonya tekrar demokrasiye döndüler. Bu arada Türkiye gibi milli
güvenlik sorunu yaşayan ülkeler de demokratikleşmek zorunda kaldı. İspanya,
saldırgan politikalar izlemediği ve anti-komünist olduğu için demokrasiye
geçmeye zorlanmadı.
Kanaatime göre Üçüncü
(demokrasi) dalgası, ABD’nin Irak ve Afganistan’ı işgaliyle sonlandı.
Bozulan dünya dengeleri ve Çin’in yükselişi anti-demokratik dalganın ete kemiğe
bürünmesini 2014 yılında Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesiyle resmileştirdi.
Afganistan ve Irak’ta yorulan ABD’nin karşısına sert güç olarak Rusya’nın,
yumuşak güç olarak Çin’in çıkması ve ABD’nin Ortadoğu’da güvenliği sağlamaktan
çok, güvenlik problemi olması da süreci hızlandırdı. Avrupa Birliği içinde
Macaristan, Polonya; Güney Amerika’da Brezilya; Hindistan; Ortadoğu’da İran (zaten
vardı), Türkiye, Mısır’ın da anti-demokratik dalgaya katılmasını sağladı.
İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında oluşan siyasi
literatür, anti-demokratik yönetimlerin seçimle değişmeyeceğini kabul ettirdi.
Ancak, benim görüşüme göre dünya da halklar da değişti. Polonya ve Brezilya’da
bu süreç demokratik yoldan çözüldü.
Otoriter yönetimlerin demokratik usullerle değişmeyeceği
tezi, Almanya, İtalya, Rusya ve Japonya örneklerinden dolayı kabul edilmiştir.
Halbuki, bu ülkelerden İtalya ve Almanya’nın ulusal birlikleri yeni kurulmuş,
Japonya, Almanya ve İtalya’nın geçmişlerinde bir demokrasi tecrübesi yoktu.
Gelelim Türkiye’ye: Türkiye, Cumhuriyet’e geçişte sultandan
daha yetkili Cumhurbaşkanı yetkilerine sahip bir kuvvetler birliği sistemi ile
1950’ye kadar otoriter, modernleştirmeci bir hükümetle yönetildi. Ancak, halk
sandık önüne konulduğunda bu sistemi yöneten partiyi terk etti.
Muhafazakar sağ siyasetçiler, özellikle dindar müslüman halk
kesimi ve siyasetçiler cumhuriyetin yukarıdan aşağıya dayatılan modernleştirici
politikalarından hep şikayet ettiler. Haklılardı da çünkü demokratik değildi.
Önce İran’da ortaya çıkan İslam Devrimi’nin oluşturduğu “ya
bizde de olursa korkusu”, sonra da komünizmin yıkılmasıyla “Kızıl Tehlike”nin
ortadan kalkmasının verdiği rahatlıkla, 1970’ten beri müsaade edilen, ABD ve
NATO’nun dayattığı “yeşil kuşak” ya da “ılımlı İslam” politikasından
vazgeçildi. Ordudan dindar subayların ihracıyla başlayan, 28 Şubat
Süreci’nde sivil alana da sıçrayan bu
yeniden “devrim kanunlarına dönüş” politikası ile siyasal İslama bir siyasi
dava da kazandırılmış oldu.
Erbakan’ın beceremediği dik duruşu gösterecek “yenilikçiler”
veya “gençler” siyasi İslam’ın bayrağını AK Parti ile ele geçirdiler.
Erbakan’ın 1970’lerde bir cümlesi vardı: “Bize
oy vermeyen patates dinindendir!” Erdoğan, kendilerine oy vermeyenlere
patates muamelesi yaptı.
Türkiye’deki otoriterleşme, sadece Cemaat-AKP kavgasının
sonucu değildir. ABD’nin Türk Askeri’nin başına çuval geçirmesi, AB’nin Rum
Kesimini üye olarak alması, Irak’ın ve Suriye’nin dağılıyor olması ile iktidar
ve halk beka kaygısına düştüler. Bu arada Cemaat zaten kesimin ötekisi idi.
Sol, sağ, Kürt, İslamcı, milliyetçi bütün siyasal kesimlerin ötekisiydi Cemaat.
Ancak Cemaat’in kurban edilmesi demokratik bir yol ile ol(a)mayınca, sorun
ortaya çıktı: Erdoğan otoriter rejimi. Adı da Türk Tipi Cumhurbaşkanlığı
Sistemi.
Demokrasi ve özgürlük isteyen halkı beka ve darbe
hikayeleriyle (Ergenekon, Balyoz, 15 Temmuz) bir müddet kandırdılar. Ama
iktidar kontolsüzlüğün keyfini, israfa “çerez parası” diyerek çıkardı. Bu
rejimin hikayesi bitti. İslamcıların da hikayesi bitti. Milliyetçilerin de
hikayesi bitti. Atatürkçülerin de.
Biz ya bir özgürlük hikayesi anlatacağız. Biz, Liberal Parti
ve diğer muhalefet partileri ile birlikte Türkiye’yi otoriterlikten çıkarıp
demokrasiye döndürürsek Dördüncü
(demokratik) Dalgayı da başlatmış olacağız. Demokratikleşen Türkiye, hem
Ortadoğu’ya hem de Orta Asya’ya demokrasiyi getirecektir. Demokratik bir barış
dünyası oluşturabiliriz.
Zübeyir GÜLABİ
Liberal Parti Genel Başkanı
06.07.2024