Değerli Halkımız,
Türkiye bir kez daha ağır bir belirsizlik, derin bir adaletsizlik ve kurumsal çürüme sarmalının içinden geçiyor. Her gün yeni bir krizle uyanıyor, her akşam çözülmemiş sorunlarla baş başa kalıyoruz. Yönetim zafiyetleri, hukuk dışı uygulamalar, adaletsiz cezalandırmalar ve vicdani sınırları aşan kararlar artık münferit değil, sistematik hale gelmiştir. Bu karanlığın içinde Liberal Parti olarak biz, yalnızca bugünün mağduriyetlerini değil, dünün unutturulmuş hakikatlerini de savunmaya devam ediyoruz. Çünkü biliyoruz ki bir ülkede hukuk ayakta değilse, hiçbir şey ayakta kalamaz.
Aziz Yurttaşlarımız,
Bugünlerde içimiz yanıyor. 12 vatan evladını, hiçbir kurşun atmadan, komuta zafiyetinin ve liyakatsizliğin sonucu olarak kaybettik. Bu bir terörden dolayı yitirilen canlardan ziyade, bir yönetim faciasıdır. İki yıldır Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kontrolünde olan bir mağara, nasıl olur da hâlâ askerlerimiz için tuzaklı bir mezara dönüşebilir? Bu sorunun yanıtı, sadece o mağaranın içinde değil, ordu içindeki çöküşte aranmalıdır. Şunu açıkça söylüyorum: Bu şehitlerin sorumluluğu, o çocuklara yanlış emirler veren komuta kademesinin omzundadır. Genelkurmay Başkanı da, Milli Savunma Bakanı da ya istifa etmelidir ya da derhal görevden alınmalıdır. Bakın, bu ülkede öyle açıklamalar yapılıyor ki insanın aklı duruyor. Geçmişte bir askerimizin vefatı sonrası “drone çarptı” denilmişti. Şimdi o açıklamayı hatırladıkça sadece üzülmüyor, aynı zamanda öfkeleniyoruz. Çünkü o açıklama, sadece olayla ilgili değil, devlet aklının nereye evrildiğini de gösteriyordu. Bugün artık görüyoruz ki, mesele yalnızca bir operasyonun kötü yönetilmesi değil. Mesele; yıllardır sistemli bir şekilde ordu içindeki kurmay aklın tasfiye edilmesi. Birkaç gün önce, Millî Savunma Bakanlığı “Kurmay subayların %95’ini ihraç ettik” açıklaması yaptı. Bu bir başarı öyküsü gibi anlatılıyor. Oysa bu, bir ordu için intihar notudur. Artık Korgeneral adayları arasında bile kurmaylık eğitimi almış kimse kalmamış. Yeni düzenleme ile kurmay olmayan Tümgenerallerin Korgeneral yapılmasının önü açılıyor. Yani pratisyen doktoru kalp cerrahı yapar gibi, liyakatsiz insanlara ordu teslim ediliyor. Bugün TSK, savaş ortamında AFAD’ın desteğine ihtiyaç duyuyorsa, KBRN (NBC) yani kimyasal, biyolojik, radyolojik ve nükleer harp eğitimi almış personelin eksikliği varsa, askerlerimiz, sıradan bir dedektör cihazının eksikliği yüzünden şehit oluyorsa... Bunun adı kader değildir. Bunun adı, ihmaldir ve hatta vatana ihanettir! Ve o ihmalin ve ihanetin sorumluları, bugün hâlâ makam koltuklarında oturuyorsa, bu, sadece bir kriz değil; bir memleket sorunudur. Ben, bu 12 yiğidimizin isimlerini burada tek tek anmak ve aziz hatıraları önünde saygıyla eğilmek istiyorum:
Üsteğmen Ege
Akar, Teğmen Furkan Sert, Astsb. Kd. Çvş. Abdurrahman Akdoğan, Astsb. Kd. Çvş.
Fikret Mangura, Uzman Çvş. Ümit Üzüm, Uzman Çvş. Kani Obi, Uzman Çvş. Enver
Yaman, Söz. Er. Özkan Özkanlı, Söz. Er. Ahmet Kuşak, Söz. Er. Ahmet Gültekin, Söz.
Er. Celalettin Uyanık, Söz. Er. Mahsun Yeşildemir..
Bu çocuklar bizim evlatlarımızdır. Onlar, sadece teröre değil, bilgisizliğe, liyakatsizliğe ve siyasi hesaplara da kurban gittiler.
Değerli Kamuoyu,
Türkiye’de adalet duygusu bir kez daha ağır bir darbe almıştır. Son günlerde
yürütülen operasyonlarla Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar,
Manavgat Belediye Başkanı Niyazi Nefi Kara ve Antalya Büyükşehir Belediye
Başkanı Muhittin Böcek tutuklanmış, Adıyaman Belediye Başkanı Abdurrahman
Tutdere ise ev hapsine alınmıştır. Elbette ki yolsuzluk iddiaları ciddiyetle
soruşturulmalıdır. Hiç kimse hukukun üstünde değildir. Ancak bu süreçlerin
hukuktan çok siyasete hizmet edecek şekilde kurgulandığı açıktır. Zamanlama,
yöntem, medyaya sızdırılan bilgiler ve oluşturulan algı kampanyaları, bu
operasyonların bir adalet arayışından çok, muhalefeti yıpratma aracı
olarak kurgulandığını düşündürmektedir. Bu yöntemler bize tanıdık. 2015 sonrası
HDP’li belediyelerde de aynı sahne oynandı. Seçilmişler görevden alındı,
yerlerine kayyumlar atandı. Ve o zaman bu uygulamaları sessizce izleyen ya da
meşrulaştıranlar, şimdi aynı yöntemle karşı karşıya kaldı. Muhalefetin,
hukuk dışına çıkmakta serbest bıraktığı rejim, bugün bir bumerang gibi dönmüş
ve muhalefeti vurmuştur. Zamanında, şirketlere kayyım atama yetkisini veren
yasanın Meclis’ten geçmesi sırasında bir CHP Genel Başkan Yardımcısı'nın, “Biz
bu yasayı FETÖ için çıkarmıştık, neden bize de uyguluyorsunuz?” demesi işte bu
çarpıklığın en açık ifadesidir. Oysa hukuk, bir kesime karşı kullanılmak üzere
esnetildiğinde, gün gelir herkesi hedef alır. Liberal Parti olarak bu konuda
net bir çizgimiz var:
İlkesiz mücadele olmaz. Kime yapılırsa yapılsın, hukuk dışı
uygulamaların karşısında durmak gerekir. Aksi takdirde, bugün başkası için
meşrulaştırılan yöntem, yarın sizin kapınızı çalar. Benzer bir durumu diploma
meselesinde de yaşadık. Geçmişte bir milyona yakın kişinin diplomaları keyfi
gerekçelerle iptal edilirken ses çıkarmayanlar, şimdi bir siyasetçinin
diploması tartışılınca adaleti hatırlamaya başladı. Ama adalet, kişinin kimliğine
göre şekillenecek bir kavram değildir. Sayın Ümit Özdağ’ın siyasi söylemleri de
bu çerçevede değerlendirilmelidir. Bir dönem son derece kutuplaştırıcı bir dil
kullanırken, bugün Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş hakkında “haksızlık
yapılmıştır” diyebilmesi olumlu bir gelişme olabilir. Ama biz şunu söylüyoruz: Adaletin
önemi, zamanla anlaşılmasında değil; zamanında savunulmasındadır.
Liberal Parti olarak altını çiziyoruz:
Bir belediye başkanının suça karışması halinde hukuk devreye girmelidir. Ancak
bu süreç, delile değil talimata dayanıyorsa, buna adalet denmez. Seçilmiş
kişilerin yerine kayyum atamak; halkın iradesine karşı yapılan sivil bir
darbedir. Bugün CHP’li belediyelere yapılanlar da, dün HDP’lilere yapılanlar
da, yarın başka partilere yöneltilirse yapılacak olanlar da… Aynı zihniyetin
ürünüdür.
Ve biz bu zihniyetin karşısında olmaya devam edeceğiz. İlkelere sadakat gösteremeyen bir siyaset anlayışı, halkın özgürlük talebine cevap veremez. Çünkü demokrasi, sadece kendi tarafının değil; başkasının hakkını savunduğun an gerçek anlam kazanır.
Aziz Milletimiz;
DEVA Partisi Genel Başkanı Sn. Ali Babacan’ın KHK mağduriyetlerine ilişkin yaptığı açıklamayı dikkatle ve takdirle takip ettik. Özellikle beraat etmiş kişilerin göreve iade edilmemesi sorununa dikkat çekmesi, kamu vicdanının uzun süredir kanayan bir yarasına işaret etmesi açısından önemlidir. Bu bağlamda, konuyu istikrarlı bir biçimde gündemde tutan sivil girişimlere, özellikle Yeni Yol grubuna da ayrıca teşekkür ediyoruz. Ancak belirtmek gerekir ki, KHK meselesi yalnızca beraat edenlerin görevlerine dönememesiyle sınırlı bir problem değildir. Asıl ve daha derin sorun; yargının suç olmayan fiilleri “terör faaliyeti” gibi değerlendirerek, binlerce yurttaşa “terörist” etiketi yapıştırmasıdır. Bu kişiler yalnızca işlerinden değil; onurlarından, sosyal yaşamlarından, anayasal haklarından da mahrum bırakılmıştır. Kimisi yıllarca cezaevinde tutulmuş, kimisi ceza almadan uzun süre tutuklu kalmış, kimisi hakkında hiçbir işlem yapılmamasına rağmen fiilen cezalandırılmıştır. Bu çarpık yargı pratiği, sadece KHK ile ihraç edilenleri değil; hukukun evrensel ilkelerine aykırı biçimde cezaevinde tutulan herkesi ilgilendirmektedir. Bu bağlamda şunu da açıkça ifade ediyoruz: AİHM’in hakkında tahliye kararı verdiği Selahattin Demirtaş’ın hâlâ tutuklu bulunması, hukuk devletinin çöküşünü gösteren sembolik bir vakadır. Aynı şekilde, CHP’li Beylikdüzü Belediye Başkanı Mehmet Murat Çalık’ın, cezaevinde kalamayacağına dair resmi sağlık raporuna rağmen hâlâ tutuklu olması kabul edilemez. Ancak adalet yalnızca siyasi pozisyonlara göre talep edilemez. AK Parti eski milletvekili İlhan İşbilen, yazar Ali Ünal, eğitimci Kazım Avcı gibi ileri yaşta, ağır hasta, engelli, hamile ya da çocuklu tutukluların da aynı hukuksuz uygulamalar nedeniyle hâlâ cezaevinde tutuluyor olması, vicdanları yaralamaktadır. Adaletin sağlanması için önce ayrımcılığın sona ermesi gerekir. Kimin hangi partiye yakın olduğu değil; hangi haksızlığa maruz kaldığı önemlidir.
Gerçek bir normalleşme; yalnızca beraat edenlerin değil, baştan suçsuz yere
damgalanan, cezalandırılan, sağlığı ve özgürlüğü yok sayılan herkesin
haklarının iadesiyle mümkündür. Türkiye, bu ağır ve sistematik adaletsizlikleri
geride bırakmak istiyorsa, bağımsız, evrensel hukuk normlarına dayanan yeni bir
yargı düzeni inşa etmek zorundadır.
Öte yandan CHP Grup Başkanvekili Sayın Gökhan Günaydın’ın, "Kuvvetli suç şüphesinin varlığı halinde yargı elbette devreye girecektir" sözleri üzerinden Adalet Bakanına yönelttiği sorulara katılıyoruz. Toplumun vicdanını kanatan örneklerin neden yargı karşısına çıkarılmadığı sorusu, sadece bir muhalefet eleştirisi değil, temel bir hukuk ve eşitlik talebidir. Ancak buradan Sayın Günaydın’a da biz bir soru yöneltmek istiyoruz: Madem “kuvvetli suç şüphesi” üzerinden yükleniyorsunuz, 17-25 Aralık operasyonlarını yapan yürekli polislerin ve savcıların adını bir kez olsun andınız mı? Bugün “Bir tane cesur polis, savcı yok mu?” diye soranlar, dün görevini kanun çerçevesinde yapan o kamu görevlilerinin hakkını ne kadar savundu? 17-25 süreci, siyasi baskıyla ve yargı dışı yollarla bastırılmış, deliller yok sayılmış, dosyalar karartılmıştır. O süreçte görev yapan emniyet mensupları ve savcılar da susturulmuş, sürülmüş, tutuklanmıştır. Bugün haklı olarak sorular yöneltiyorsunuz ama yıllardır parti olarak bu yürekli insanların hukukunu ne kadar sahiplendiniz ki şimdi o operasyonları dile getiriyorsunuz? Hiç mi yüzünüz kızarmıyor?
Yargının siyasallaşmasıyla mücadele, yalnızca bugünün mağduriyetlerine değil, dünün unutturulmuş hakikatlerine de sahip çıkarak mümkündür. Ayakkabı kutularını her fırsatta dile getirip o delilleri ortaya çıkaranları unutanlar bugün baklava kutularını savunmak zorunda kalırlar.
Değerli Halkımız,
Basın özgürlüğü, bir ülkede demokrasinin var olup olmadığını ölçmenin en yalın
göstergesidir.
Gazetecinin özgür olmadığı bir ülkede, halk da özgür değildir. Son dönemde
yaşanan gelişmeler, Türkiye’de ifade özgürlüğünün artık anayasal bir hak
olmaktan çıkıp, siyasi iktidarın hoşuna giden seslere göre tanınan bir
ayrıcalığa dönüştüğünü göstermektedir. RTÜK, eleştirel yayınlarıyla öne çıkan
Halk TV ve Sözcü TV’ye ekran karartma cezaları verdi. Halk TV için uygulama,
mahkeme kararıyla geçici olarak durdurulmuş olsa da; Sözcü TV fiilen
susturulmuştur. Bu, sadece bir yayın kuruluşunun değil; milyonlarca
izleyicinin haber alma hakkının gasp edilmesidir. Devletin görevi,
eleştirel yayınları bastırmak değil; halkın bilgiye erişimini garanti altına
almaktır. Basın özgürlüğü, iktidarı övmek için değil; iktidarı sorgulamak için
vardır. Ve bugün bu hakkı kullanan herkes, sistematik olarak hedef haline
getirilmektedir. Bugün televizyonlar karartılıyor, gazeteciler susturuluyor,
haber siteleri engelleniyor. Ama bu engellemeler, gerçeği değil; sadece halkın gerçeğe
ulaşma yollarını karartır.
Liberal Parti olarak şunu çok net ifade ediyoruz:
Basın özgürlüğü, halkın özgürlüğüdür. İktidarın hoşuna gitmeyen sesleri susturarak, bir ülkeyi yönetemezsiniz. Çünkü susan ekranlar, büyüyen karanlıklar demektir. RTÜK’ün, iktidarın siyasi sopası gibi davranmaktan vazgeçmesi gerekir. RTÜK bağımsız bir düzenleyici kurum olmak zorundadır; sansür kurumu değil. Yoksa bu karartmalar sadece yayıncıyı değil; hukukun kendisini karartır. Biz, özgür basını savunmaya devam edeceğiz. Kimden gelirse gelsin, düşünceyi ifade etme hakkını, halkın bilgiye erişim hakkını ve gazetecilerin özgürce soru sorabilme hakkını korumak bizim varoluş nedenimizdir. Gerçek, karanlıkta da var olur. Ama bir gün mutlaka ekranlara, gazete sayfalarına ve halkın vicdanına geri döner.
Kıymetli yurttaşlarımız,
Ortadoğu’nun ortasında, insanlık her gün biraz daha can çekişiyor. Gazze’de çocuklar öldürülüyor, hastaneler bombalanıyor, siviller diri diri göçük altında bırakılıyor.
Ve dünya, bu vahşete sadece bakıyor. İsrail, göz göre göre bir halkı yok
ediyor. Ama daha acısı, bu soykırıma göz yumanlar yalnızca Tel Aviv’deki
generaller değil… Washington’daki politikacılar, Londra’daki bankerler ve ne
yazık ki Ankara’daki iktidar da bu suça sessiz ortak oluyor. İsrail katliama
devam ederken, Türkiye Cumhuriyeti hükümeti hâlâ bu ülkeyle ticaret yapmaya,
anlaşmalar sürdürmeye devam ediyor. Yüzlerine maskeler takıyorlar, kameralar
karşısında "kınıyoruz" diyorlar ama kapalı kapılar ardında
limanlarımızdan İsrail'e mal yollamayı sürdürüyorlar. Bir yandan Gazze’ye dua
eden eller, öte yandan Tel Aviv’e fatura kesiyor.
Bu çifte standardın, bu ikiyüzlülüğün adı nedir? Bakın, ABD'nin dengesiz
Başkanı Donald Trump, Netanyahu’yu Beyaz Saray kapısında gülerek karşılıyor. Trump
ve Netanyahu, bu çağın iki yüz karasıdır. Ama bir gün gelecek; tarih onları da
yazacak. Ve biz inanıyoruz: Uluslararası Ceza Mahkemesi çatısı altında,
bir gün Gazze Katliamı davası açılacak. O masum insanların katilleri
yalnızca Netanyahu ve İsrail olmayacak… Trump, onun dışişleri bakanı ve tüm
bu vahşeti finanse eden devletler de yargılanacak. Ama biz dönüp kendimize
de bakmak zorundayız. Gazze’deki çocukların üstüne bomba atan uçaklarda
kullanılan bazı teknolojilerin, Türkiye’de geliştirilmiş altyapılarla uyumlu
olduğu söyleniyor. Özellikle kamuoyunun yakından tanıdığı bir isim olan Damat Selçuk
Bayraktar’ın, İsrail ile doğrudan ortaklığı olan şirketlerle iş yaptığı
haberleri basına yansıdı. Bu şirketlerin, İsrail ordusunun tedarik zincirinde
yer aldığı biliniyor.
Eğer bu doğruysa, bu yalnızca ticari bir ilişki değil; vicdani bir iflas
demektir. Bir yandan Filistin’e ağıt yakarken, öte yandan katil devletlerle
savunma sanayinde iş birliği yapmak, milletimizin vicdanını kanatmaktadır. Bu
durum açıklığa kavuşturulmalı, kamuoyuna hesap verilmelidir. "Yerli ve milli" denilen
savunma projeleri, eğer bir soykırım rejiminin parçası haline geldiyse, orada
ne yerli kalır, ne milli. Liberal Parti olarak biz, bu çifte standardın ve
ikiyüzlülüğün karşısındayız. Sözde değil özde Filistin’in yanındayız. Siyasi
değil insani bir duruşla, Gazze’deki her can için mücadele veriyoruz. İsrail’le
her türlü ticaret, savunma anlaşması ve lojistik işbirliği derhal
sonlandırılmalıdır. Gazze yanarken, İsrail’e giden her malzeme, bir bombanın
parçası, bir çocuğun mezarı demektir. Ve bu hükümet, o mezarların
üstüne dolar sayarak oturmaya devam ediyor. Tarih sizi affetmeyecek ama biz
şimdiden not ediyoruz.
Kıymetli Halkımız,
Yine yanıyoruz. Yine ormanlar cayır cayır yanıyor. Yine köyler tehdit altında,
evler küle dönmüş, insanlar tahliye edilmiş durumda. Ve ne yazık ki bu manzara,
artık bize yabancı değil. Türkiye, her yıl yaz aylarında yangın kabusunu
yaşıyor. Ve her defasında aynı görüntüler: Yangına ilk müdahaleyi vatandaş
yapıyor. Elinde kürekle, sırtında su bidonuyla, traktörünü itfaiye aracı gibi
kullanarak… Bu milletin evlatları, canla başla mücadele ediyor. Orman işçileri,
itfaiyeciler, belediye çalışanları da büyük bir özveriyle sahada görev yapıyor.
Onlara buradan şükranlarımızı sunuyoruz. Ama bu yangınlar karşısında tek başına
halkın iradesiyle değil, devletin sorumluluğuyla mücadele edilmelidir. Ve
işte burada büyük bir boşluk var. Çünkü yıllardır yaşanan her felaketten sonra
söylenen tek şey şu: “Gereken yapılacaktır.” Ama ne yazık ki gereken hiçbir
zaman yapılmıyor. Türkiye’nin yangın söndürme filosu hâlâ yetersiz. Yangınlara
müdahale süresi hâlâ geç. Erken uyarı sistemleri hâlâ eksik. Lojistik
hazırlıklar hâlâ kâğıt üstünde. Sözde her yıl “ders çıkarıyoruz” ama her yıl
aynı dramı yeniden yaşıyoruz. Bu artık sadece bir ihmal değil, bu bir yönetim
zaafıdır. Sayıştay raporları yıllardır uyarıyor: Orman teşkilatında ekipman
eksikliği var. Koordinasyon zayıf. Havadan müdahale planları kâğıt üzerinde
kalmış. Saray’ın 13 uçağı varken, koca Türkiye’nin 10 yangın söndürme uçağı
var. Ama iktidar, bu uyarılara kulağını kapatıyor. Ve ne acıdır ki, ormanlar
yanarken bazı yetkililer sadece kamera karşısında açıklama yaparak durumu
geçiştiriyor. Sahada olmak yerine, ekranlardan "takipteyiz" demekle
yetiniyorlar. Oysa vatandaş, sahada yanıyor!
Liberal Parti olarak biz şunu söylüyoruz:
Afet yönetimi, sadece yangın çıktıktan sonra değil, yangın çıkmadan önce
başlar. Erken müdahale sistemi olmayan bir ülkede, yangın kader olur. Uçaksız,
eğitimsiz, tedbirsiz bir ülke, alevlere teslim olur. Biz, bu düzenin
değişmesini istiyoruz. Biz, “her yıl yanarız, sonra unuturuz” anlayışını
reddediyoruz. Bu ülkenin insanı da, doğası da bu ihmallere mahkûm değildir. Ormanlar
sadece ağaç değildir. Ormanlar, nefesimizdir. Ve her yangında yanan sadece doğa
değil; geleceğimizdir.
Sevgili Türkiye,
Geçmişte AKP milletvekilliği yapmış Ahmet Hamdi Çamlı, kamuoyunda daha çok sosyal medyada kullandığı “Yeliz” lakabıyla tanınır. Ancak yaptığı son açıklama, bir sosyal medya gafı olmanın çok ötesine geçmiştir. Sayın Çamlı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu “kanlı 1923 darbesi” olarak nitelendirmiş; bu ülkenin tarihsel varlık zeminini, halkın egemenlik iradesini ve cumhuriyet fikrini açıkça hedef almıştır. Bu açıklama, sadece tarihsel cehaletin değil; aynı zamanda tehlikeli bir ideolojik sapmanın göstergesidir. Türkiye Cumhuriyeti, bin yıllık bir devlet geleneğinden gelen bir halkın, emperyalizme karşı verdiği eşsiz mücadelenin ardından kurulmuştur. 1923 bir darbe değil, bir kurucu iradedir. Saltanattan, imtiyazdan, ilahi hak iddiasından halkın egemenliğine geçiştir. Kendine Yeliz diyen bu müptezelin mutlaka yargılanması gerekir.
Aziz Milletimiz,
Kartalkaya’daki facianın duruşması, Türkiye’de “adalet” kavramının nasıl bir bürokratik labirente sıkıştırıldığını bir kez daha gözler önüne serdi. 36’sı çocuk tam 78 vatandaşımız, göz göre göre, bile bile yanarak can verdi. Yangın değil, ihmal öldürdü. İnsanlar, tatil yapmak için gittikleri bir otelde kapana kısıldı, yardım beklerken cayır cayır yandılar. Ama şimdi, bu felaketin sorumluları yargı önünde hesap vermek yerine, korunuyor. Otel yetkilileri sınırlı sayıda sanık sandalyesinde… Ama Turizm Bakanlığı’ndan tek bir kişi bile yargılanamıyor. Neden? Çünkü memurların yargılanması için bağlı bulundukları bakanlıktan izin alınması gerekiyor. Yani bir bakanlık, kendi personelinin yargılanmasına izin vermezse, onlar hiçbir mahkemenin önüne çıkmıyor. Bu nasıl bir hukuk düzenidir? Bu nasıl bir adalet anlayışıdır? Devletin görevi, vatandaşını korumaktır. Ama burada devlet, önce denetlemediği için öldürüyor, sonra da yargılamadığı için suçluyu koruyor. İhmali olan herkesin yargılanması gerekir. Bu ister otel müdürü olsun, ister belediye yetkilisi, ister Turizm Bakanlığı’nda bir memur. Ama bizde öyle bir sistem var ki, bürokrat koruma kalkanı, yanan çocuklardan daha değerli tutuluyor. Bu düzen değişmelidir. Bakanlık iznine bağlı yargı süreci gibi uygulamalar, gerçek adaletin önündeki en büyük engellerden biridir. Suç işleyen ya da ihmalde bulunan herkes, görev unvanına bakılmaksızın yargı önüne çıkarılmalıdır. Çünkü adalet, unvanla değil; vicdanla sağlanır.
Değerli Halkımız,
Bu ülkenin hakikatleri karartılamaz, adaleti ertelenemez, geleceği rehin
alınamaz. Bizler Liberal Parti olarak; gücünü halktan almayan hiçbir otoriteyi
meşru görmedik, görmeyeceğiz. Kime yapılırsa yapılsın, her türlü adaletsizliğin
karşısındayız. Dün sessiz kalınan yanlışların bugünkü bedelini, hep birlikte
ödüyoruz. Artık ilkesizlikle değil; cesaretle, samimiyetle ve kararlılıkla
konuşma vaktidir. Halkın iradesini gasp eden her yapının karşısında; özgürlüğü,
hukuku ve vicdanı savunmaya devam edeceğiz. Çünkü bu ülkenin geleceği, korku
duvarlarının arkasında değil; hakikatleri açıkça konuşabilenlerin
ellerindedir. Bu topraklar çok şey gördü: Susturulan gazetecileri,
çürütülen emniyet ve yargıyı, karartılan ekranları… Ama her şeye rağmen; Karanlığa
inat konuşanlar var olacaktır!
Ve işte biz, tam orada duruyoruz. Adalet için. Özgürlük için.
Unutmayın; yarınlar için hâlâ umut var; çünkü Liberal Parti Var!